Bu başlık, Salih Mirzabeyoğlu’nun MARİFETNAME isimli eserinin 7. LEVHA’sındaki başlık. Oradan hareketle, derlenmiş hikmetlerin izini takib ederek, günümüzde mesele hâline gelmiş SİSTEM mevzusuna değinmeye çalışalım.
Dedi ki: – (Devlet başkanı, iyilik yapmak için mutlak bir kudrete sahip olmalıdır, ama kötülük yapmaya çalıştığında ve keyfî davranışında mutlaka elleri bağlanmalıdır.)
Başkanlık sistemine geçerken devlet başkanı MUTLAK KUDRET’e sahib mi?.. Sahibse, kötülüğe meylettiğinde ELLERİNİ BAĞLAYACAK bir mekanizma, bir güç var mı?..
Bu denge sağlanmamışsa işin sonu felâket olabilir. Sağlanmışsa, bugünkü kültürel yapı içinde sürdürülebilmesi zor olabilir. Zeminin bunca kayganlığında belki de yapılacak en güzel şey, her şeyi göze alarak, birşeyleri riske ederek, bir hayli cesaret isteyen adımları atabilmektir… Başkan olmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan Receb Tayyib Erdoğan, “YALNIZIM” dediğine göre, bu cesur adımın atılması da zor görünüyor. Fakat, görünen o ki, eninde sonunda HAKK’la birlikte HAK uğruna bu teşebbüs mukadder görünüyor. Nasıl ki “One Minute”dan sonra her şey düşmanın aleyhine döndü, şimdi atılacak cesur adım da düşmanın aleyhine dönecektir; mesele bu adımın geç kalmaksızın atılmasıdır.
– (En küçüğünden en büyüğüne, en iptidaisinden en gelişmişine, en geçicisinden en devamlısına kadar bütün sosyâl grubların içerisinde “idare edenler” ile “idare edilenler” arasında esaslı bir ayrım doğar.)
Bu sosyal grubların en genişini temsil eden elbette devlettir ve her devletle milleti arasında dikkatli bakıldığında esaslı bir ayırımın olduğu görülür.
Mesele, bu durumu minimize edebilmektir. Toprağa bağlı hiçbir ideoloji bu ayrıma çare bulamamıştır, bulamaz. Zira, bu mesele, maddeye endeksli sosyal hâdiselerin içinden çıkabileceği bir mesele değildir…
Yaradılış gayesine perçinli bir fikir ve onun ahlâkı devreye girmediği müddetçe, idare edenlerle edilenler arasındaki uçurum kapatılamaz.
Türkiye Başkanlık sistemine geçerken maalesef böyle bir altyapıya mâlik değil, ama özlenen konuma gelebilmek için şimdilik maslahat gelecek-getirilecek olan başkanlık sistemini desteklememizi gerektiriyor; gün doğmadan neler doğar, belli mi olur!
Dedi ki:
– (Halkın halk tarafından idaresinden bahsetmek boş bir gevezeliktir… Kavramı hakikî mânâsıyla ele alırsak, hakikî demokrasi hiçbir zaman olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. Çok sayıdakilerin az sayıdakileri idaresi tabiî nizama aykırıdır.)
Churchill’in ifâdesiyle, “demokrasi kötünün iyisi”… Batı, çektiği nizam çilesi sebebiyle tedrîci olarak ulaştı demokrasiye ve; San Francisco Beyannamesi ile demokrasiyi “milletlerin encamını tayin etmeye hakkı vardır” şeklinde ilân ettiler. Ve işte, demokrasi ile idâre edilen dünyanın hâli!
Yeni Türkiye’de başkanlık sistemine geçerken hatırlanması gereken şudur; yeryüzünde sınıfsız toplum yoktur. Sınıfların en üstünde MÜNEVVERLER kadrosunu temsil eden sınıf vardır, milleti idâreye lâyık sınıf da bu sınıftır. Bu sınıfın istiklâli de MUTLAK İSTİKLÂL SAHİBİ OLAN KÂİNATIN YARATICISINA köleliği nisbetinde istiklâldir.
Batı’nın hukukçuları KANUNLAR KİME BAĞLI OLACAK sorusuna, AHDE VEFA cevabını verirken ne kadar acizdirler, fakat mecburdurlar, zira tahrif edilmiş kitablarına dönmelerinin bir şey ifâde etmeyeceğini biliyorlar.
Peki ya Müslümanlar?.. Bizim kitabımızda tahrifat var mı?.. Yok! Öyleyse kanunlarımızı bağlayabileceğimiz sağlam bir kulbumuz var, ama, o kulpa nisbet kurabilmenin fikri olmakla birlikte (İslâma Muhatab Anlayış= BD-İBDA) şuuru ve kadrosu yok…
O hâlde, halkın halk tarafından idaresi gevezeliğinden vazgeçip, bir ân önce, halkı halkın lehine sevk ve idare edecek MÜNEVVERLER KADROSU’nu kurmanın yollarını aramalıyız… Bunun da yolu herhâlde FİKİRDE TAKVA’nın ne demek olduğunu anlamaktan geçer.
Dedi ki:
– (İnsan, yoksulun sıkıntılarını paylaşırken içtimaî adaletsizliği duyar ama, bir kere arabaya atlamaya görsün, hemen yaya yürüyenleri hor görmeye başlar.)
Çaresi, İkinci Halife Hazret-i Ömer’in (Radıyallahu Anh) devesine kölesiyle nöbetleşe binmesindeki ahlâk… Bu ahlâka bigâneliğimiz nisbetinde başkanlık sisteminin hakikisine uzağız. Fikirde ve takvada ağır sanayimizi kuramadıkça da uzak kalmaya devam edeceğiz. Sıkıntımız, muazzam bir kültür hurûcu ile bu açığı kapatamayışımızdır, her hamle buna ayarlı olmalı ki, “intikamı peşinde olduğumuz tek şey iğdiş edilmiş beyinlerimizin intikamıdır” hedefimize bir ân önce ulaşabilelim.
Dedi ki:
– (En iyi hükümet, bize kendi kendimizi yönetmeyi öğretendir.)
Polis ve jandarma sayısının az, ufku gözetleyen münevverin çok olduğu bir toplum… Bir hükümet bunu nasıl başarır?.. Büyük Doğu-İbda baştan sona bunun projesi…
Başarılması, muazzam bir kültür hamlesi ile mümkün… Hayatı slogan kültürü (!) ile idrâk etmiş gençliğe bu hedef ölümcül bir hedef olarak bir ân önce idrâk ettirilmeli. Yoksa; “KÖRLER ÜLKESİNDE, TEK GÖZLÜ, KRAL OLUR!”
Dedi ki:
– (Naziler, ısrarla, materyalist dünya düzenine yardım eden Roma hukuku yerine, bir Alman genel hukuku istiyordu.)
Yeni Türkiye ne istemeli?.. Başkanlık hukukunu savunan bizim hukukçularımız, geleceğe yatırım bâbında, düzenin hukuku ile inançlarının gereği olan FIKIH arasında bir nisbet kurma derdinde midirler acaba? Böyle bir şey akıllarından geçmiş midir?
Bizans Kralı, Sultan Fatih’ten Ayasofya’yı tamir için mimar istediğinde Fatih’in gönderdiği mimar ne yapmıştı? Ayasofya’nın dört yanına payanda yapan mimar, kral sorduğunda da, kubbenin çökmemesi mazeretini beyan etmişti. Sultan’ın huzuruna vardığında da; “Sultanım, ben minarelerin yerlerini hazırladım, şehri fethetmek de sizin işiniz.” dedi. Feraset bu feraset… Devlet ve idare ruhu bunu gerektirir!
Dedi ki:
– (Müşahedenin bir verisidir ki, insan bir prensipten ziyade bir şahsa itimad etmede daha isteklidir.)
Remz şahsiyet BAŞKAN ve onun MÜNEVVERLER KADROSU… Bunun gerçekleşebilmesi için de KÜLTÜR HAMLESİ. Bu hamlenin nisbet noktası da şu:
“Gerçek anlamda kültür, bir topluluğun bir araya getirdiği ve depo ettiği ruhî besinlerin bütünüdür. Ruhî besin maddelerini boşlukta toplayamazsınız. Onları taze olarak korumak için müzeler, kütüphaneler, arşivler, araştırma merkezleri gibi bazı kültür kuruluşları kurmak gerekir.”
Dedi ki:
– (Yüksektekiler, aşağıdakilerden daha çok tehlikededirler.)
Dolayısıyla, idareciler kendilerinde yoğunlaşmış tehlikeyi halka yaymalıdırlar ki, hedef çoğaltarak düşmanı zora sokabilsinler…
15 Temmuz’u yaşamış bir ülkede, başkanlık sistemine geçerken, ve de tehlike henüz geçmemişken iktidarın ve devletin yapması gereken nedir? Halkı silâhlandırmak… Halkı ORDU MİLLET hâline dönüştürmek…
Tehlikeli noktadaki idareciler ellerini çabuk tutmazlarsa, ikinci bir 15 Temmuz’u aşamayabilirler. Zîra, düşman aynı taktikle geri dönmez, daha tehlikeli ve manevra kabiliyeti fazla bir taktikle geri dönme ihtimali fazla. Ve, düşman şunu biliyor; devleti millet kurtardı… Halihazırda devleti idare edenler 15 Temmuz’da millet tarafından kurtarılanlardır. Tam da bu sebebten yüksektekiler tehlikeli bölgede mahsur kalmamak için meşrû yoldan halkı silâhlandırmalıdırlar; iş işten geçmemeli!
“Halkın güvenini iktidarda iken kazanmak, muhalefette iken kazanmaktan kat kat zor.” Bu başarılabildiğine göre, bu güveni doğru istikamette yönlendirmek zor olmasa gerek, bu tür meselelerin şuyûu vukûundan beterdir hesabı, dillendirilmesi bile düşmana korku salmaya yeter ki, elbette arzu edilen bunun ötesidir. Bu millet 15 Temmuz’da rüştünü isbat etmiştir ve ORDU-MİLLET olmayı hak etmiştir, devlet ve idare ruhuna sahib olanların ciddi olarak düşünmeleri gerekir bu meseleyi; en iyi savunma taarruzdur!..
“Herhangi bir sosyal problemin halli, cemiyet içindeki İDARE ADAMLARI’nın, ADLİYECİLERİN, HALKTAN LİDERLERİN, diğer SOSYAL İLİMLER MENSUBLARININ müşterek gayelerine bağlıdır.” Bu kadrolar acilen ORDU-MİLLET meselesini MÜŞTEREK GÂYE hâline dönüştürerek istikbâlimizi teminat altına almalıdırlar. 15 Temmuz’la anladık ki, uzun iktidar döneminde her şeyin yolunda gittiğini zannettiğimiz bir devrede bütün kurumlar delik deşik edilmiş ve meğerse hiçbiri elimizde değilmiş. Bu durum yaşanmış ve biliniyorken bu milleti ORDU-MİLLET hâline dönüştürmemek, bir bakıma yüksektekilerin intiharı olur; ellerini çabuk tutmalılar!
Dedi ki:
– (Eğlence hayata karşıdır; çünkü hayat bir aksiyondur.)
Devlet ve idare ruhunu ellerinde bulunduranlar, insanları stadyumlarda “hakikatte hayata karşı olan” eğlencelere değil, gerçek aksiyona yönlendirmelidirler… Yüksektekiler, “Ne yapalım zamanın realitesi bu” demenin geçerli mazeret olmadığını bilmelidirler. Zîra, hayat ve hakîkat onlara bunu teklif ediyor…
Unutulmamalı:
“Baş olanlar sevinmesin
Ne gelirse başa gelir
Dizler yere değer olma
Baş düşerse taşa gelir.”
Dedi ki:
– (Suçu doğuran şey fiil değildir. Cürmü meydana getiren, kötü niyet ve kasıttır. Yâni o fiili işleyenin, işlediği fiilin kötü olduğunu bilmesidir. Yoksa, bir fenalık yapan kimse, şayet işlediği fiilin fena olmadığına samimi olarak inanabilmiş ise, bu kimsenin vicdanı pak kalmış ve kirlenmemiş demektir ki, bu kimse hakikat önünde suçlu değildir.)
Devlet ve idare ruhunu ellerinde bulunduranların halka hangi nazarla bakmaları gerektiğinin muazzam ölçüsü… Bu ölçünün en ince nüanslarında bile kristalize edilecek nice lâtif mevzular olduğunu bilmek de elbette yüksektekilerin temel görevidir.
Dedi ki:
– (Bir memleketi ve bir milleti bilmeden orada hükümet sürmek ve orası için kanunlar yapmak, idarî ve içtimâî müesseseler vücuda getirmek kabil değildir.)
Kemâlizm bu sebeble tutunamadı. Millet ruhuna aykırı davranışları, idarî ve içtimâî müesseselerinin millet tarafından benimsenmemesine sebeb oldu… Olmaya devam ediyor.
Devlet ve idare ruhuna sahib olanların bugün yapmaları gereken ise, Kemalizm’in kaba müşahhasla halledemediği meseleyi ince mücerredle çözmektir… İdare ruhunun FİKİRDE TAKVA’yı gerektirdiğini hissedememek de hedefe varmayı engelleyici; dikkat edilmesi gereken asıl tehlike!
Mevzunun nisbeti de şu:
“İktidarın iki unsuru birbirinden ayrılmaz: Birincisi fikir sistemi, diğeri ise iradeyi aktaran ve müesseselere dayalı bir yapı-dokudur. Bir fikir sistemi olmaksızın müesseseler kurulamaz ve şübhesiz devam ettirilemez; müesseseler mevcut olmaksızın da, iktidar meydana getirilemez, uygulanamaz ve genişletilemez. Bir teşkilâtın kurulması için, bir fikir sistemi veya fikir yapısının birinci şart olduğuna dikkat etmek gerekir; en küçük çaplar içinde bile…”
Bu fikir yokluğu sebebi ile ondört senelik iktidar boyunca müesseselerin elimizde olduğu zannına kapıldık. 15 Temmuz’da ise derin bir uykudan uyandık, gördük ki, hiçbir müessese bizim kontrolümüzde değilmiş. Bundan böyle devlet ve idare ruhunu ellerinde bulunduranlar, iktidar olmanın iki unsuruna sıkı sıkıya sahib çıkmalılar. Birincisi, FİKİR SİSTEMİ. İkincisi, İRADEYİ AKTARAN, MÜESSESELERE DAYALI YAPI-DOKU.
Dedi ki:
– (Doğrudan veya dolayısıyla siyasetin, mevzuunu teşkil eden sosyal münasebet kategorileri:
– “İnsanları harekete getiren ve ilişkilere yön veren itici kuvvet; ruhî unsur.”
– “İtici kuvvetin tahrik ettiği modeli gerçekleştirme araçları ve metodları; teknik ve ekonomik unsur.”
– “Varılmak istenen seviyeyi kurucu ve koruyucu, kurallar ve müesseseler, siyasî ve hukukî unsur.”
Siyaset, bu sosyal kategoriler içinde değerlendirilir.)
Burada, devlet ve idare ruhunun bilmesi gereken şey; “DOĞRU DÜŞÜNCE OLMADAN DOĞRU DÜŞÜNCE FAALİYETİ OLMAZ” doğrusudur. Mutlak olana nisbetle doğru düşünce tesbit edilemezse, itici kuvvet olan RUHÎ UNSUR istikametini nasıl bulur? İtici kuvvetin araçları olan teknik ve ekonomi doğru istikamette nasıl yönlendirilir? Kurucu ve kollayıcı müesseselerin teminatı siyasî ve hukukî unsurlar nasıl oluşturulabilir?
Anlaşılıyor ki, ilk başta gerekli olan bir VASITA SİSTEM-TATBİK FİKRİ-MUHATAB ANLAYIŞ’tır… Bu, hayat karşısında inancımızın ifâde biçimidir. Olmazsa olmazıdır. En başta olması gereken bu meselemizi halledemediğimiz için yıllarca memleketi idare ettiğimizi zannettik; ZANNETTİK!.. İyiki 15 Temmuz yaşanmış. Az da olsa eğriyi doğruyu konuşmaya başladık, az da olsa işin ciddiyetini anladık.
15 Temmuz öncesi anlamakta belki de zorlanacağımız şu satırları, herhâlde şimdi rahatlıkla kabul edeceğimiz ve anlayacağımız satırlar olmuştur:
“Her şeyden önce şu noktayı gözönünde bulundurmak gerektir ki, hâkimiyet meselesi sadece bir yer, makam meselesi değil, aynı zamanda bir mânâ meselesidir; “hakimiyet nerededir?” suali kadar, “hakimiyet nedir?” suali de önemlidir. Ve, hakimiyetin sadece iktidar olayından ibaret olduğunu kabul etmek, siyasetin temel ayrımlarından birini gözden kaçırır; nihaî ve arizî karar, aslî ve dolaylı iktidar arasındaki ayrımı…)
Dedi ki:
– (Demokrasilerde idarecilerin halkın rızası ile geldiğinden bahsedilirse de, buna halkın iğfal edilmesi yoluyla gerçekleştirilen bir idare de denir. Sözkonusu idarelerde idarecinin ehliyetinden çok, halkın hoşuna olma yönü ortaya çıkmaktadır. Bu ise, idarecinin şahsî karakterinden çok demagojik yönü nisbetinde seçilme şansı olduğunu göstermektedir.)
Demokratik (!) seçimlerin bu riyakâr ortamında elbette fikir demagojinin yedeğinde kalıyor ve ehliyetsiz kadroların oluşması memleketin millî menfaatleri doğrultusunda hareket etmemeye sebeb oluyor… Memleket batmış kimin umuru. Ölüm-kalım durumlarında bile maaşının garanti altına alınması derdine düşen bir vekil’den ne çıkar? Bu sebebten değil mi ki, 15 Temmuz’da sokaklarda vekiller değil ASILLAR vardı.
Anlaşılıyor ki, devlet ve idare ruhuna sahib yüksektekiler, bu meselelerle daha çok uğraşmak zorundalar; bir çâre bulmalılar.
Dedi ki:
– (İdareci, şehirde birinin yalanını yakalarsa, ister bir sanat adamı olsun, ister falcı, ister hekim, ister doğramacı, onu cezalandıracak. Yalan, devlet gemisini devirecek bir fırtınadır.)
Devlet ve idare ruhuna sahib olanlar, yalan fırtınasına tutulmuş devleti kurtarmanın bir şekilde yolunu bulmalılar. Şahıslar yalan söylüyor, kurumlar yalan söylüyor, müesseseler yalan söylüyor, ilanihaye… Münafıklık alâmeti olan bu belâdan kurtulamadıkça hakikî mânâda belimizin doğrulacağına inanmamız abes!
“Bizim devletimizi kuracakların, paraya, rüşvete de düşkün olmamalarını sağlayacağız.”
Dedi ki:
– (Bir çoban için en kötü, en tehlikeli şey nedir? Sürüleri korumakla kendine yardımcı olan köpeklerin kötü yetişmiş olması, açlık veya kötü huyları yüzünden sürüye saldırmaları, köpekken kurt olmaları değil mi?)
FETÖ!
Çoban, sistemin şuur süzgecinden geçmiş köpekleri kendi şuur süzgecine tâbi kılamadıkça, kurt gibi davranma ameliyelerine mâni olamaz.
Bizim şuur süzgecimiz Büyük Doğu-İbda Dünya görüşü! Nefslerimizi ve nefsleri bu süzgeçten geçmeye davet ediyoruz!
Nisbeti içinde:
“En akıllı mütefekkirler devletin işine yaramıyorlarsa, kabahat onların değil, onları kullanmayanlarındır. Çünkü, kaptanın tayfalara yalvarıp kumandayı istemesi nasıl beklenemezse, mütefekkirlere de “git zenginlerin kapısını çal” denemez. “Akıllı, zenginin kapısını çalar” diyen yalan söylermiş. Doğrusu şudur: Zengin olsun, fakir olsun, insan hasta oldu mu hekimin kapısı çalar. İşinin yürütülmesini bilene başvurur. Kumandan kalkıp, kendine gerçekten muhtaç olanlara, “aman bırakın, kumanda edeyim!” diye yalvarmaz. Bugün devletlerin başında olanları demin anlattığımız tayfalara, bu tayfaların da işe yaramaz dalgacı saydıkları insanları, gerçek kaptanlara benzetmekle aldanmazsınız.”
Dedi ki:
– (Öyle bir hükümet ki, iktidar kendi siyasi varlığında mevcuttur; yoksa onu teşkil eden şahısların elinde değildir!..)
Hükümet nezdinde tecessüm etmiş iktidar… Fikir yoksunu, halka yalakalık yapmış şahsiyetlerin mecmuundan böyle bir hükümet teşkil edilemez… Aslı temsile aday vekilin ilk vadi gerçek bir münevver olmasıdır!..
Zamanın ruhuna hitab:
“Şu cihanın muhtelif köşesinde yeni kanunları oluşturmakla vazifelendirilseydim, gelecek neslin hayâli gözümün önünde şahlanır, titreyen ellerimi yakalar ve beni bugünkü mevzuata benzeyen bir şeyi yazmama asla müsaade etmezdi!..”
Dedi ki:
– (Geçerli olmayan bilgiye dayanan iktidar sistemleri, kendilerini güçlükler içinde bulurlar.)
“Çok şey bilinebilir ama gerekli olan bilinmiyorsa bilinenler bir işe yaramaz…” 15 Temmuz gelinceye kadar çok şey bilmiş ama gerekli olanı bilememişiz ki, başımızın belâya girmesi bir yana, neredeyse ülke işgale uğrayarak elimizden çıkıyordu… Çâre belli; Mutlak Fikre nisbet içinde vasıta sistem. Ve; insanımızın bu sistem şuuru ile donatılması…
Dedi ki:
– (İdare veya siyaset dediğimiz şey, insanoğlunun tabiî ve değişmez hislerini sevk ve idare eden bir sanattan başka bir şey değildir.)
Dedi ki:
– (Öyle görülüyor ki, bir devletin büyüklüğü, o devleti teşkil eden millet efradının duygularının ihtişamı, gayret ve faaliyetlerinin azametiyle ölçülebilir!..)
Kaynak : Furkan Dergisi 56.Nüsha